13 Eylül 2017 Çarşamba

İzninizle Biraz Lokalleşiyorum: Amstelveen

   Oturma iznimi aldım, işe başladım, eve yerleştim, bir haftayım on günüm son günüm hatta derken buradaki 11. günümü de tamamlamış bulunuyorum. Hala uzun bir tatilde gibiyim aslında. Bu yazıda size önce biraz çalıştığım ve yaşadığım yeri anlattıktan sonra Cumartesi günü gittiğim caz festivalinden bahsedeceğim.


   Yaşadığım şehrin adı Amstelveen, geldiğimizden beri herkesin düzeltmesiyle öğrendiğimiz üzere "Amstılfeyn" diye okunuyor, "Amstelviin" değil. Burası Amsterdam'a çok yakın ama dışında, aslında Amsterdam'ın kalabalık olmayan yaşam alanı. Zengin ve nezih bir muhit olarak biliniyor (aynı benim gibi). Hollanda halihazırda pahalı bir ülke olarak biliniyor, Amstelveen de pahalı bir bölge ama bana sorarsanız tamamen satın alma tercihleriyle ilgili. Buradan Metroyla 20 dakika içinde Amsterdam merkez istasyonuna ulaşabiliyorsunuz. Yani benim Ankara'da, Bağlıca'dan Kızılay'a gitmemin minimum 2 saat sürdüğünü düşünürsek, Amsterdam'a oldukça yakın. Çalıştığım yer ise Amstelveen'in merkezinde, p60 adında bir bar-konser salonu. Kaldığım evden
bisikletle benim için 15, diğer insanlar için 5 dakika uzaklıkta. Çünkü her ne kadar artık bisikletle bir yere gitmem gerektiğinde anksiyete krizleri geçirmesem de, hala yavaşım. p60 çoğunlukla gönüllüler
tarafından yürütülen bir yer, kontratlı çalışanı çok az. İnsanlar burayı o kadar seviyorlar ki, kendi işlerinin yanında gelip burada gönüllü olarak barda, sahne arkasında, vestiyerde, kafede çalışıyorlar. E herkes şeker gibi, çalışma ortamı çok rahat bir de üstüne dükkanı kapattıktan sonra hep beraber yiyip içip eğlenmek bedava niye sevmesinler ki? Biz Avrupa Gönüllü Hizmeti ile gelenler olarak biraz daha ayrıcalıklıyız sanırım. Hem evimiz var hem para alıyoruz. Benim yaptığım işler ise günden güne değişiklik gösteriyor. Konser olduğu zaman sahne arkasından sorumluyum, onun dışında iki kez vestiyerde çalıştım, haftada bir gün de ofis
günüm var. Gönüllülük üzerine yürüyen bir sistemleri olduğu ve 10 yılı aşkın süredir EVS gönüllülerini misafir ettikleri için herkes bu konuda çok tecrübeli ve yardımcı. Bu güne kadar 2 metal müzik konseri ve bir dans gecesi oldu, ama tüm müzik türlerinde konserler gerçekleşiyor. Sadece bir haftadır çalıştığım ve yeni şeylere alışmam biraz zaman aldığı için söyleyeceklerim bu kadar :)



  Gelelim Cumartesi günü gittiğim caz festivaline... Festivalin adı "Jazz In Het Dorp", yine Amstelveen'de, evden bisikletle 10 dakika uzaklıkta yer alıyordu. Benim zamanım kısıtlı olduğundan sadece 2 performans izleyebildim, size genel olarak atmosferden ve izlediğim performanslardan bahsetmek istiyorum. 




İlk olarak festival alanı küçük bir cadde, buraya çıkan sokaklar ve caddenin iki başındaki küçük meydancıklardan oluşuyordu. Meydanlarda büyük sahneler, sokak aralarındaysa küçük sahneler kurulmuştu. Bunun yanı sıra cadde ve sokaklar boyunca şarap ve yemek stantları, kafe, bar ve restoranlar vardı. Festivale katılan kitle genelde orta yaş ve üstü insanlardan oluşuyordu. Ailelerin bir çoğu çocuklarıyla gelmişti. Bazen durup sadece çocukları izledim; o kadar mutlu, özgüvenli ve özgürler ki... Anne babaları konseri izlerken onlar sahnenin önünde dans ediyor, hatta bazen sahneye çıkıyorlar ve kimse bundan rahatsız olmuyor. Lokal bir etkinlik olduğu için muhtemelen kalabalığın çoğunluğunu o civarda oturan insanlar oluşturuyordu. 



   Benim izlediğim performanslar Sherry Dyanne ve Naftule grubu oldu. Sherry Dyanne mükemmel bir sese sahip Hollandalı caz sanatçısı. Kocaman karnı ve muhteşem mavi elbisesiyle söylediği şarkıları
dinlerken birçok duyguyu bir arada yaşıyorsunuz. Benim kendisinden bu festivale kadar haberim yoktu fakat bundan sonra sıkı takipçisiyim. Sanırım yayınlanmış tek albümü bulunuyor adı da: Sing Me a Song. Spotify'da bulabilirsiniz.
İkincisi ise tam benim kalemim olan Naftule. Grup 5 kişiden oluşan çok uluslu bir grup. Klarnetçisi İspanyol, saksafoncusu İtalyan. Caz, klezmer, latin ve kabare tarzı müzik yapıyorlar. Emilio Parrilla klarneti çalmaya başlayınca içimden; eyyy Hüsnü Şenlendirici gel de klarnet nasıl çalınırmış gör dedim yani. Gittiğim iki festivalde de Balkan ezgileri mutlaka vardı, zaten klarnet sesini duyunca bana bir şeyler oluyor, bir mutlu oluyorum nedense.


İki sahneye yaptığım kısa ziyaretlerden sonra yağmur başlayınca ve zaten gitmem gereken başka bir yer olduğu için festival alanından ayrıldım. Ulaşımı bisikletle sağladığımı ve festivale girişin ücretsiz olduğunu düşünürsek cebimden hiç para çıkmadan çok güzel bir akşamüstü geçirdim. 

   Yağmurdan fırsat buldukça EVS boyunca bu tür lokal etkinliklere katılmaya devam etmek istiyorum. Çünkü hem insanları en iyi gözlemleyebildiğiniz hem de en rahat şekilde eğlenebileceğiniz etkinlikler genelde bunlar oluyor ya da ben yaşlandım bilemiyorum :)





, , , , , , , , , , , , , ,

4 Eylül 2017 Pazartesi

Başlıyoruz: EVS, Hollanda ve İlk 3 Gün

   Evet, sonunda beklenen oldu ve Hollanda'ya geldim. EVS maceram 2 Eylül 2017 günü gecikmeli olarak başladı. Neden mi gecikmeli olarak, çünkü; iyi kızlar cennete kötü kızlar her yere benim gibiler de olaysız hiçbir yere gidemezler. Sonunda karlı çıktığım bu gecikme olayını kısaca anlatıp Hollanda ayağına geçiyorum:



   1 Eylül Cuma gününe biletim alınmıştı, önce Ankara'dan İstanbul'a oradan da Amsterdam'a uçacaktım (evet uçacaktım, Cem Yılmaz beni affet). Ankara'dan ailemle ağlaşıp vedalaşıp İstanbul'da benimle gelecek diğer gönüllü arkadaşımla buluştum (Mert). O bavullarını verirken "Uçakta bir overbooked (!) durumu var, kabul ederseniz size 400 euro  tazminat verip otel konaklamanızı karşılayarak yarınki uçağa bindirelim." Demişler, o da benim haberim yok, daha İstanbul'a bile inmedim diye kabul etmemiş. Bana sordu, dedim biz gidelim vakitlice, kalsın. Tam uçağa bineceğimiz sırada yanımıza bir görevli yaklaştı, "Bakın emin misiniz, 4 gönüllüye ihtiyacım var, en güzel otelde kalacaksınız, söz veriyorum." gibi bir takım vaatlerle bizi ikna etti. Sonra gelip "gerek kalmadı uçağa binebilirsiniz" dedi, sonra tekrar gelip "ay yanlışlık oldu sistem çökmüş binemezsiniz" dedi, derkeen biz kendimizi ancak gece yarısı otelde bulduk. Biletimiz sabah 7'deydi ve havaalanı görevlisi bizi 4'te otelden alacaktı. Yani 5 yıldızlı otelde konaklayamadık, sadece konduk.


   1.Gün

   Sonuç olarak geç ve güç olsa da Pazar sabah 10 buçuk sularında Amsterdam'a inmiştik. Diğer bir gönüllü ve ev arkadaşımız olan Gio bizi havaalanında karşıladı ve evimize geldik. Kısa bir kahvaltının ardından Amsterdam'ın merkezine doğru yola çıktık. Merkez istasyondan ücretsiz kalkan feribotlarla karşı tarafa, yani "Kuzen Amsterdam (Noord Amsterdam)"a geçtik. Burası eskiden tamamen sanayi odaklı bir yerken, bu gün bir turist cenneti haline gelen merkez Amsterdam'a tepki olarak doğmuş diyebiliriz. Çeşitli kültür, sanat ve spor etkinliklerinin yürütüldüğü bu bölgede en
Balcony Players / Magma Music Festival @Noorderlicht Cafe
güzel kafe ve barlar yer almaktaymış efendim. Biz o gün için çok ayrıntılı gezemedik ama gittiğimiz Magma Music Festival'e ev sahipliği yapan Noorderlicht Cafe söylenenleri doğrular nitelikteydi. Burada 2 grubu dinledikten sonra (Balcony Players/Gipsy Balkan Beat ve The Bucket Boys/Bluegrass Punk) 3 saatlik uykuyla gezmeye daha fazla dayanamadık ve eve geri döndük. Nitekim daha akşam çalışacağımız yere uğrayacak ve insanlarla tanışıp bir şeyler içecektik. Eve gelip bir şeyler yedikten sonra çıkmaya karar verdik. Amsterdam'a giderken metro kullanmıştım ama bu sefer bisiklet sürmeye mecburdum. Çok ayrıntıya girmek istemiyorum, kendimi geliştiriyorum diyelim. Ama gecenin sonunda eve yine metroyla döndüm. Bir EVS gönüllüsü olarak her gün toplu taşımaya para harcama lüksüm yok, bu yüzden bu bisiklet meselesini kış iyice bastırmadan kapmam lazım. Uykusuzluk ve üzerine gelen yoğun program yüzünden ilk günümüz bana adeta 3 gün gibi geldi ama günün sonunda bu yorgunluk sayesinde fazla düşünmeye ve ilk günün garipliğini yaşamaya vakit kalmadan sızdım, bu da iyi yönü.

   2.Gün
 
   Buradaki herkes Amsterdam'ın merkezini turist işgaline uğramış yüzeysel bir yer olarak görse de ben de kendimi ilk bir hafta turist ilan ettim ve klişe Amsterdam fotoğraflarının çekildiği her yeri görmeye namusum ve şerefim üzerine and içtim. Bu yüzden de 2. gün akşam üstü Mert'le birlikte yine atladık metroya ve Amsterdam'a gittik. Dam Meydanı'nı da gördük, Red Light District'e de gittik (pazar geç saat olduğu için kapalıydı ama olsun yerini öğrendim.), kanal manzaralarını da gördük,
külahta patates bile yedik. Müzelerin hiçbirine girmedik çünkü bir müzenin bilet parasıyla ben 2 hafta karnımı doyururum. Onun yerine kendime Primark'tan cillop gibi bir kışlık mont aldım. Yani EVS macerasının 2. günü Amsterdam sokaklarında avare avare dolaşmakla geçti, güzeldi. Primark'tan çok uygun fiyatlara neredeyse bütün eksiklerimi aldım, seni seviyorum Primark gel bir aile olalım, Türkiye'ye açılalım.

  3.Gün

  Bir günü turist olarak geçirdikten sonra sıra evimizin yakınındaki yerleri keşfetmeye geldi. Hem de ben Salı günü işe bisikletle gitmek zorunda olduğum için biraz pratiğe ihtiyacım vardı. Diğer ev
arkadaşımız Adri bize yakınlarda çok büyük ve güzel bir ormanın olduğunu söyledi. Bisikletlere binip tarif ettiği yere doğru yola çıktık. Yolda giderken anladım ki Amstelveen'in diğer yerlere göre daha zengin ve elit bir muhit olduğu gerçekten doğru. Kırmızı ışıkları saymazsak başarılı bir bisiklet yolculuğunun ardından ormana vardık. Ormanın başladığı yerde kendimi şirinler köyünde zannettim. Bir Ankaralı olarak hayatımda daha önce bu kadar yeşili hiç bir arada görmemiştim sanırım. Saatlerce dolaşmamıza rağmen görülmesi gereken yerlerin onda birini filan ancak görebilmişizdir galiba. En güzeli devamlı fotoğraflarını çeken teyzenin bize tanıttığı inek ailesiydi, inek de değil de işte bunlar bufalo mudur artık angus mudur bilemeyeceğim. Aşırı huzurlu ve etkileyici orman gezintimizden sonra gelirken gözümüze kestirdiğimiz barda birer bira içip yemek yedik. Çünkü ilk hafta turistiz ya, ondan. Sonra yok böyle şeyler full tasarruf, full seyahat fonuna katkı.




   İşte Hollanda'daki EVS sürecimin ilk üç günü aşağı yukarı bu şekildeydi. Çok güzel bir evimiz, küçük bir bahçemiz ve bir kedimiz var; adı Hanky. Ev arkadaşlarım Mert, Gio ve Adri. Gio Gürcistan'dan, Adri de İspanya'dan gelmiş. Evde ben hariç herkes grafik tasarım, görsel sanatlar, çekim, kurgu işleriyle uğraşıyor. Yarın iş yerinde ilk günüm olacak, bütün yeni başlayan gönüllüler ilk önce bütün bölümlerde çalışıyorlarmış. Daha sonra benim görevim sahne arkası ve horeca denilen yeme-içme kısmında olacak. Sahne arkası için baya heyecanlıyım, dünya starları gelmese de farklı müzikler yapan bir sürü grup sahne alıyor P60'da ve görünüşe göre ben hepsiyle tanışacağım :) Umarım her şey bu 3 günde olduğu gibi güzel devam eder. , , , , , , , , , , , , , , ,